16 Aralık 2024
Yayından çıkarılmamın nedenini hala öğrenemedim, ama tahmin etmek zor değil. Herhalde aynı gün Ekonomi gazetesinde çıkan “Güney Kore halkı lider zorbalığına geçit vermedi” başlıklı yazımdan rahatsız odular, canlı yayında aykırı görüşler belirtmemden çekindiler. Kendi adıma değil ama, işlerini kaybetmemek uğruna bu tür kararları uygulamak zorunda kalan genç insanlar adına üzüldüm. Onları nasıl bir gelecek bekliyor düşünmek dahi istemiyorum.
Demokratik bir ülkede yaşasaydık canlı yayında özetle şunları söyleyecektim:
MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Emevi Camisi’nde namaz kılması CHP lideri tarafından küçümsense de, basite alınacak bir olay değil. Bu namazın anlamı ve verdiği mesajlar ciddiye alınmalı. Kalın’ın eylemi tarihte iz bırakacak önemde bir olay olarak görülmeli. Her şeyden önce bu, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından verilmiş bir sözün ona vekaleten yerine getirilmesidir. Kimsenin kuşkusu olmasın, aynı namazı yakında Erdoğan da asaleten kılacaktır.
Şükür namazları büyük başarılardan veya fetihlerden sonra kılınır. Tarihte bilinen en önemli örneği Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te fethin gerçekleştiği gün, henüz camiye dönüştürülmeden önce Ayasofya’da kılınan namazdır. Tarihlerde kayıt yok ama, Yavuz Sultan Selim de muhtemelen Mısır seferi sırasında Merci Dabık zaferinden sonra girdiği Şam’da Emevi Camisi’nde şükür namazı kılmıştır. Son hatırladığımız şükür namazı ise Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından seçim galibiyetinden sonra 2023’de yine Ayasofya’da kılındı. Sayın Kalın Colani’nin (Golani-Ahmet El-Şaara) kişisel başarısı için şükür namazı kılmadı elbette. O halde acaba neye şükredildi? Şeriatçıların Türkiye’nin desteğinde Suriye’de Esad rejimini yıkıp iktidara gelmelerine mi? Erdoğan’ın Suriye politikasının başarısına mı? Şam’ın (yeniden) fethine mi? Yoksa tüm bu şıkların hepsine mi?
Emevi Camisi’de Sayın Kalın’ın gerçekleştirdiği gövde gösterisi her yöne açık mesajlar verdi. En önemli mesaj Türkiye’de iç kamuoyuna verildi. Erdoğan’ın sözünü er geç tutan, geri adım atmayan, dirayetli bir dünya lideri olduğu mesajı iç kamuoyunda hayli puan topladı. Ama bu geçici bir durum. Suriye’deki zafer sarhoşluğu sona erip herkesin ayakları suya erince çok daha farklı bir tablo ortaya çıkacak.
Suriye’de şu an her şey belirsiz. Yakında farklı etnik ve siyasi gruplar arasında çatışmaların alevlenmesi ve Türkiye’nin yeni bir göç dalgasına maruz kalması ihtimal dışı değil. Türkiye’nin Suriye’nin içine bu kadar girmesi çok tehlikeli ve sakıncalı bir durum.
Bu bakımdan, CHP ve muhalif çevreler estirilen geçici zafer rüzgarına boyun eğmemeli. Yeni bir “Yenikapı ruhu” Türkiye için felaket olur. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı en vahim hatalardan biri sıcağı sıcağına 15 Temmuz gecesi AKP’nin FETÖ ile ilişkilerini eleştirmeye cesaret edememesidir bence. O gece doğru tavır ortaya konulabilseydi, bugün belki Türkiye’de çok daha farklı bir siyasi gerçeklik hakim olacaktı. Bu nedenle, CHP ilk günden itibaren iktidarın tehlikeli Suriye politikasını, kamuoyunda estirilen zafer rüzgarlarına rağmen cesaretle eleştirmelidir. (Bu kısmın TV’de söylemek istediklerimle ilgisi yok.)
Emevi Camisi’de ikinci mesaj Suriye halkına verildi. Bir yandan “Türkiye Colani’nin yanındadır, herkes onun arkasında toplansın” denilirken, endişeli kesimlere de “merak etmeyin Colani’nin hatalı davranmasına izin vermeyiz” denilmek istendi. Bunun somut şartlarda ne kadar gerçekleşeceğini göreceğiz. Colani güçleri şeriatçı-cihatçı gruplardan oluşan yamalı bir bohça. İbrahim Kalın Colani’yle beraber poz vererek Türkiye’nin onu ve örgütünü terörist kabul etmediğini dolaylı yoldan ifade etti. Kalın’ın yerine bir bakan gitseydi daha iyi olurdu belki ama, onun Erdoğan’ın en yakındaki bir kaç kişiden biri olduğu unutulmamalı. Bu yüzden, bu konunun üzerinde fazla durmamak lazım.
HTŞ hala hem ülkemizde, hem Batıda, hem de BM’de resmi olarak terörist örgüt sayılıyor. Eline kan bulaşmış HTŞ’nin ılımlı bir kimliğe bürünmesi hayli zor. Suriye’de en doğru çıkış yolu her etnik ve dini grubun rahatça kendini geliştirebileceği adem-i merkeziyetçi laik ve demokratik bir sistem kurmak olur. Ama HTŞ’nin hem ideolojisi hem de paydaşları düşünülürse, bunun gerçekleşme ihtimali neredeyse yok. HTŞ’ye bağlı birçok silahlı grup kısa süre sonra kendi bildiğini okuyacaktır. Buna hazırlıklı olunmalı.
HTŞ Suriye’ye şeriat gömleğini giydirmeye çalışırsa kısa sürede ülkede Nusayrilerle, laik Sünnilerle, Şiilerle, Hristiyanlarla ve Kürtlerle arasında çatışmalar çıkabilir. AKP iktidarı partizan bir tavırla HTŞ’nin yanında yer alırsa (İhvan muhipliği örneği ortada) Türkiye’yi batağa sürükler. Bunun Türkiye’nin içinde de çok tehlikeli yansımaları olur.
Suriye bağlamında en önemli meselelerden biri de SMO’nun ne yapacağı, ne şekilde bir muameleye tabi tutulacağı. Türkiye’nin finanse ettiği SMO ve bağlı olduğu siyasi koalisyon HTŞ tarafından kurulan geçiş hükümetine alınmadı. Eğer herkes Colani’nin arkasında toplansın mesajında Türkiye samimiyse, şu anda YPG üzerine yürüyen SMO’nun kendini lağvedip HTŞ tarafından kurulan yeni geçiş hükümetinin otoritesini kabul etmesi gerekir. SMO Suriye’deki şeriatçı güçlerin birliği adına Türkiye tarafından lağvedilebilir mi? Bir ara Erdoğan’ın Esad’la uzlaşma ihtimali telaffuz edildiğinde, Afrin ve İdlip’te SMO’ya bağlı grupların isyan bayrağı açtıkları hatırlanmalı. Türkiye’nin SMO üzerinde bu tür bir yaptırım gücünün olabileceği şüpheli. Diğer taraftan, Türkiye’nin HTŞ üzerinde kontrol gücü SMO üzerinde olduğu kadar bile yok. Suriye’de HTŞ ve SMO iktidar için birbirleriyle çatışırlarsa bundan en çok kaybedecek taraf Türkiye olur. Zafer sarhoşluğu çabuk biter.
HTŞ’nin YPG’ye yaklaşımı da çok önemli. YPG yeni Suriye bayrağını çekerek geçiş hükümetinin otoritesini kabul etmiş görünüyor. ABD ve diğer uluslararası güçler HTŞ’yi YPG ile uzlaştırırlarsa buna Türkiye’nin müdahalede bulunması çok zor olur. HTŞ’nin artık İdlip’te sıkışmış bir yapı olmaktan çıktığı, eskisi kadar Türkiye’ye muhtaç olmadığı, yeni katılımlarla ve uluslararası destekle güçlendiği unutulmamalı.
Emevi Camisi’nden çıkan üçüncü mesaj Türkiye’nin Suriye’nin kaderinde belirleyici güç olduğu konusunda uluslararası topluma verildi. Ibrahim Kalın Colani ile doğrudan açık temas kuran ilk yabancı devlet temsilcisi oldu. (Bir gün sonra da Türkiye Şam’daki Büyükelçiliğini yeniden açtı.) Colani’nin Sayın Kalın’ı kendi kullandığı araçla gezdirmesi MİT Başkanıyla olan yakınlığını ortaya koydu. Bu jestle HTŞ-Türkiye ilişkilerinin sanıldığından çok daha yakın olduğu anlaşıldı. İdlip’te barındığı süre boyunca HTŞ’nin Türkiye tarafından kollanıp, desteklendiği çok açık. HTŞ’nin Şam üzerine başlattığı harekat da Türkiye’nin oluru ve bilgisi dahilinde, belki onun teşviki ile gerçekleşmiş olmalı. Bu mesajlar farklı ülkeler tarafından gereğince değerlendirilmiştir her halde.
Suriye’de en çok kaybeden İran ve Rusya oldu. Türkiye’nin Astana sürecindeki ortakları olan bu iki ülke Türkiye’nin kendilerine ihanet ettiğini düşünüyorlar. Hamaney bunu zaten açık açık ifade etti. Putin ise şimdilik sessiz ama onun da intikam duyguları içinde olduğu kuşkusuz. Enerji ve dış ticaret başta olmak üzere, hemen her alanda yakın ilişkilerimiz/bağımlılığımız bulunan söz konusu iki komşumuzla bağlarımızın Suriye yüzünden gerilmesinin sonuçları olacaktır elbet. Umalım dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayız.
ABD ve Batı alemi Esad’ın düşmesinden memnun. Ankara bir anda önem kazandı. Blinken ve Von der Leyen Ankara’yı şereflendiren ilk ziyaretçiler arasında. Onları başkaları da takip edecektir. Batının istediği, ülkelerindeki göçmenleri geri göndermek, Suriye’nin bir an önce istikrara kavuşması ve Suriye’nin yeniden bir çatışma ve terör platformu olmaktan çıkması. Türkiye’ye bu konularda rol biçiliyor. Batı için önemimiz artıyor ama Batılı değil, eskiden kabul etmediğimiz Ortadoğulu kimliğimiz öne çıkarılıyor. İşin acı yönü AKP de bu durumdan rahatsız değil. Alan memnun, satan memnun. Yeter ki fonlar gelsin, müteahhitlik ve diğer sektörlere iş çıksın.
Buna karşın Arap alemi Türkiye’nin Suriye’de nüfuz kazanmasını istemez. Arap dünyasının önemli bir parçası olan Suriye’nin Türkiye’nin etkisine girmesi başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkeleri tarafından kabul edilmeyecektir. Suriye nedeniyle Arap dünyası ile yeni bir çatışmanın içine girebiliriz.
Esad rejiminin düşmesinden en çok kazanan ülke İsrail oldu. Netanyahu Esad’ın düşmesinin İsrail sayesinde gerçekleştiğini dahi iddia etti. Haksız da sayılmaz. Lübnan Hizbullahının kolunu kanadını kıran, İran’ı Suriye’de etkisiz hale getiren İsrail, gerçekten de HTŞ’nin işini kolaylaştırdı. İsrail daha Şam düşmeden Suriye’nin askeri kapasitesini yok etmek için harekata başlamıştı. Suriye’nin elindeki silah sistemleri ve malzemenin yüzde yetmişten fazlası İsrail tarafından bombalanarak yok edildi. Yeni Suriye rejimine silahlı kuvvetler kuracak askeri malzeme ve üs kalmadı. Bundan sonra Suriye, hangi iktidar altında olursa olsun, uzun yıllar İsrail’e tehdit oluşturamayacak. İsrail stratejik bakımdan önem taşıyan Golan tepelerine bitişik askersizleştirilmiş yüksek tampon bölgeleri de işgal ederek hem Şam üzerinde hem de Güney Lübnan üzerinde askeri avantaj elde etti. İsrail’in bu topraklardan çıkarılması mevcut şartlarda artık olanaksız.
Buna karşılık İsrail’de Türkiye’den gelen tehdit algılaması eskiye nazaran çok arttı. Bunun iki nedeni var. Birincisi Türkiye’nin HTŞ üzerinde nüfuz sahibi olması. İkincisi ise Ankara’dan gelen sert İsrail karşıtı retorik. Buna karşılık, Ankara’daki iktidar da İsrail endişesini içeride körüklüyor. Sınırımıza çok yakın Kamışlı’daki Suriye hava üssünün bombalanması bu retoriğe haklılık payı kazandırmış olabilir. İki ülkenin, çatışmak istemiyorlarsa, Gazze krizine rağmen aralarındaki zayıf diyalog kanallarını güçlendirerek karşılıklı endişeleri giderici bir tutum içinde olmalarında sonsuz yarar var. İsrail ve Türkiye uzun süre Ortadoğu’nun kaderinde söz sahibi olacak iki ülke olarak birbirleriyle konuşmak, hatta işbirliği yapmak zorundalar.
Suriye’de olan bitenler kuşkusuz Çin tarafından da yakından izleniyor. Suriye ve Ortadoğu’nun istikrara kavuşması Çin’in çıkarına uygun. Ama HTŞ içinde yer alan Uygur kökenli cihatçı-terörist Türkistan İslam Partisi’nin (TİP) Suriye’de at koşturması Çin’i çok rahatsız ediyor. İdlip’te varlıklarına göz yumulan Uygur, Özbek ve Çeçen militanların yeni Suriye’de yerleri olmamalı. Üstelik bunların bazıları geçmişte Türkiye’de terör eylemlerine bulaştılar. HTŞ rüştünü ispat etmek istiyorsa, bunları Suriye’den çıkarması lazım. Dışişleri Fidan “yabancı uyruklu silahlı kişiler Suriye’yi terk etsin” derken bunları kastettiyse, bu olumlu bir tavır.
Blinken Türkiye’ye üç amaçla geldi. Birincisi, ABD Suriye’nin ayağa kaldırılması konusunda Türkiye ile birlikte çalışmak istiyor. Suriye’nin komşularını (özellikle İsrail) tehdit etmeyen, topraklarında yabancı terör gruplarının bulunmadığı ( Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları olduğu kadar, HTŞ ve SMO içindeki cihatçı gruplar) bir ülke olmasını arzu ediyor. Bunlar Türkiye bakımından da olumlu hususlar.
İkincisi Gazze’de ateşkes için iş birliği yapmak istiyor. Zaten basın toplantısında Türkiye’nin Hamas üzerinde etkisini kullanmasına teşekkür etti.
Bir de (üçücü ve en önemlisi) özel bir talebi var: PYD/YPG üzerine Türkiye destekli SMO’nun saldırılarının son bulması. ABD, NATO ortağı Türkiye’den vaz geçmez ama, IŞİD’le mücadeledeki ortağı PYD/YPG’nin yok edilmesine de izin vermez. YPG ABD’nin de telkini ile Fırat’ın batısındaki Tel Rıfat’tan ve Mümbiç’ten SMO ile çatışmamak için çekildi. Arap nüfuslu Deyr-i Zor’un merkezini ise HTŞ’ye bıraktı. Buna karşılık HTŞ tarafından Halep’in Kürt nüfusun yoğun olduğu Eşrefiye ve Şeyh Maksut mahallerinde varlığını korumasına izin verildiği ifade ediliyor. Demek ki, HTŞ ile YPG pekala anlaşabiliyorlar. YPG şu anda SDG tarafından kontrol edilen topraklardan Kürt nüfusun yoğunlaştığı kuzeye (Kobani, Kamışlı, Haseke hattı) doğru çekilebilir. Ama Suriye’de örgütlü bir Kürt varlığı olacaktır. Türkiye de zaten bunu kabul ediyor. Derdi PKK’nın uzantısı olarak gördüğü YPG ile.
ABD’nin amacı, Suriyeli Kürtler tarafından yönetilen (Salih Müslim ve Mazlum Abdi-her ikisi de Kobanili) YPG’nin muhatap alınması. ABD YPG’yi PKK’dan ayrı tutuyor. YPG’yi Türkiye dışında kimse terör örgütü olarak kabul etmiyor. Mazlum Abdi, Trump’ın yemin törenine davet edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davet edilip edilmediği ise bilinmiyor. Türkiye’nin Suriye’nin geleceği için ABD ile çalışması mümkün. YPG konusunda müzakere edilerek bir çıkış yolu bulunabilir. Sonuçta Salih Müslim Ankara’da 2015 öncesinde resmi makamlarca ağırlanan muteber bir Kürt siyasi liderdi. O zaman da PYD/YPG vardı. Bunu kimse unutmadı.
Ama YPG ve PKK konusunda asıl anahtar Ankara’nın elinde. Mesele örgütler değil Kürt sorunu. Bunu demokrasi içinde çözmemek için ortada hiç bir engel yok. Yeter ki Ankara’da gerekli siyasi irade olsun.
Sosyal bilimler bir ülkede uzun yıllar kalan göçmenler arasında geriye dönüş eğiliminin çok zayıf olduğunu söylüyor. Kaldı ki Suriye hala çok problemli bir ülke. Türkiye’deki Suriyeliler geriye dönüş için ülkelerinde barış ve istikrarın hakim olmasını isteyeceklerdir. Dönüşler o yüzden hala çok az. HTŞ’nin Suriye’yi bir şeriat devletine dönüştürmeye çalışması veya Suriye içinde yeni çatışmaların çıkması Türkiye içindeki geriye dönüş eğilimini olumsuz etkiyeceği gibi bu kez Nusayriler ve laik kesimlerden Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını tetikleyebilir.
Her hal ve karda, Türkiye’de önemli bir Suriyeli kesimin kalmaya devam edeceğini kabul etmemiz gerekiyor. Cumhurbaşkanı boşuna “kalmak isteyenlerin başımızın üstünde yeri var” demiyor. Bakalım bunu Türklerin ekseriyeti kabul edecek mi?
Arslan Hakan Okçal kimdir? Emekli Büyükelçi. 1954 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokula Almanya’da başladı. Darüşşafaka Lisesi’ni (1973) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü (1977) bitirdi. 1978 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi. 1981-2001 yılları arasında Bingazi ve Münster Başkonsoloslukları, NATO Daimi Temsilciliği, Bonn ve Berlin Büyükelçiliklerinde sırasıyla Muavin Konsolos, Konsolos, Müsteşar, 1. Müsteşar ve Elçi Müsteşar olarak bulundu. NATO’daki görevinden önce 1989 yılında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde eğitim aldı. 1992-95 yıllarında Gümülcine’de Başkonsolosluk yaptı. 2005-2008 yılları arasında (ECOWAS ve aralarında Gana ve Kamerun’un da bulunduğu 9 Batı ve Orta Afrika ülkesine nezdinde de akredite olarak) Nijerya Federal Cumhuriyeti; 2008-2010 yılları arasında, o günkü ismiyle Makedonya Cumhuriyeti nezdinde Büyükelçi olarak bulundu. Merkezde Amerika Dairesi Başkanı (1995-1997), Araştırma Genel Müdür Yardımcısı (2001-2003), NATO İstanbul Zirvesi Proje Koordinatörü (2004) ve Orta Avrupa ve Balkanlar Genel Müdürü (2010-2013) olarak görev yaptı. Yurtdışında en son 2014-2017 yılları arasında Güney Kore nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Seul’de bulunduğu süre boyunca Kuzey Kore’de nezdinde de akredite Büyükelçi olarak görevliydi. 2018 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Emekli olduktan sonra bir yıl Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Dört yıl Marmara Üniversitesi’nde ve bir yıl Fenerbahçe Üniversitesi’nde diplomasi dersleri verdi. Dış politika alanında araştırma, yayın ve eğitim çalışmaları yapan düşünce kuruluşu Ankara Politikalar Merkezi üyesidir. 2021-2023 yılları arasında Gazete Duvar’da konuk yazar olarak makaleleri yayınlandı. 2024 yılının başından bu yana T24’te yazıyor. |
Anayasa Mahkemesi’nin kararı onaylaması halinde ise, Yoon sade vatandaş haline gelecek ve dokunulmazlığı kalkacak. O takdirde hakkında ülke çıkarlarına aykırı hareket etmek ve yetkilerini kötüye kullanmak suçuyla yasal süreç başlatılabilecek. Bir zamanların başsavcısı olarak Park Guen-hye’nin tutuklanarak cezaevine konulmasında önemli roller üstlenen Yoon bu süreci çok iyi biliyor
Türkiye’nin Gazze’de oynayacağı olumlu rol ona Doğu Akdeniz, Suriye, Irak ve İran bağlamında da yeni fırsat pencereleri açabilir. Türkiye ulusal çıkarlarının gerektirdiği gibi hareket etmelidir
Trump’ın arkasına seçmen desteği bulunan popülist davranışlarından vazgeçmesi beklenmemeli. Bu sebeple sadece Çin değil, ABD’nin bölgedeki müttefikleri de Trump’ın yeniden seçilmesinden dolayı hiç de sevinçli değiller
© Tüm hakları saklıdır.